BEŞ TAŞ

Keder ve üzüntü dolu, kasvetli bir gündü. Tüm dostları, annesi Anita’ya veda ettiği bu günde Amy’yi yalnız bırakmamak için oradaydı. Amy’nin sadece annesine veda etmenin üzüntüsünü yaşadığını düşünerek ona destek olmaya çalışıyorlardı. Evet, bu acı çok ağırdı; ama Amy’nin içinde, annesinin senelerce kimselerle paylaşamadığı ve sonsuz yolculuğuna çıkmadan önce Amy’ye anlattığı gerçeğin bilinmez karmaşası da vardı.  

Amy, annesinin zamansız ölümü ve yüz yüze kaldığı gerçeklerle nasıl baş edeceği düşüncesi ile kalabalığın içinde kendini yapayalnız hissediyordu. Neden annesi bu kadar beklemişti? Oysa Amy ile annesi birer anne kızdan çok her konuda konuşabilen iki yakın arkadaş gibiydiler. İçinden annesine kızgınlık duysa da artık annesinin olmadığı her aklına geldiğinde bu kızgınlığından utanıyordu. Kafasını toparlayıp ne yapacağını planlamak için bir an önce günün bitmesini istiyordu. 

Akşama doğru artık herkes gittiğinde, Amy verandada bir müddet ne yapacağını bilmeden oturdu. Bahçeyi seyrederken annesinin sevgi ile baktığı çiçeklerin de bu gidişe ağlar gibi boyunlarını büktüğünü fark etti. Her köşesi yılların anısını taşıyan bu evde yalnız olmak çok zordu. 

Amy günlerce bu hatıraların arasında bir ruh gibi dolandı durdu. Annesine veda edeli bir hafta olmuştu. Şimdi kafasını toparlayıp annesinin anlattığı her detayı sakince düşünmeli ve bir plan yapmalıydı. Annesinin anlattıklarını bir film şeridi gibi hafızasında tekrar tekrar canlandırmaya başladı… 

Annesi ölmeden bir gün önceydi. Aldığı ağrı kesici ilaçlar Anita’yı biraz olsun rahatlatmıştı.  Artık vaktinin kalmadığını, geri dönüşü olmayan bu yolculuğa çıkmadan önce kızına gerçekleri anlatması gerektiğinin farkındaydı. Tüm gücünü toplayarak yatağında doğruldu. “Sana anlatacaklarım var,” diyerek Amy’yi yanına çağırdı. 

Amy kabullenmek istemiyordu; ama o da annesinin çok az zamanı kaldığının farkındaydı. Sonu olmayan bu hastalıkla iki yıl önce savaşmaya başlamışlardı. Defalarca annesinin doktoru ile konuşmuş; umut verici bir söz duymak için beklemiş, ne çare ki bu konuşmalar umutsuzluğunu ve çaresizliğini giderek büyütmüştü. Hep bir mucize beklemişti. Annesi ölüm kelimesiyle yan yana düşünülemeyecek kadar genç, daha 49 yaşındaydı!

Amy annesinin yanına oturdu, elini tuttu. Bu anın, hayatını derinden etkileyecek ve aynı annesinin isminin anlamı gibi üzgün, zarif ve tatlı gerçekleri öğreneceği an olacağı aklına dahi gelmemişti.   

Annesi, Amy’den dolapta duran kilitli bir kutuyu ve cüzdanının iç gözündeki küçük anahtarı getirmesini istedi. Amy bu kutuyu ilk defa görüyordu. Ahşap, üstü işli, eski bir kutuydu. Annesi önce kutuyu açıp içindeki beş taş dizili kolyeyi alarak boynuna taktı. Amy bu kolyeyi de ilk defa görüyordu. Tüm bunlara bir anlam veremedi. Annesi kutuyu tekrar kilitleyerek anahtarı Amy’ye uzattı ve “Şimdi sana anlatacaklarımı dikkatli dinlemeni ve eğer bu kutunun sahibine ulaşamazsan bir yıl sonra kutuyu açmanı istiyorum,” dedi. Amy şaşırdı. Annesi bilmediği ne anlatacaktı? Kutunun içinde ne vardı?

Anita, “Amy sen bana hayatımın en güzel hediyesisin. Senden ayrılacak olsam da bil ki hep yanında olacağım,” diyerek söze başladı. Amy başını kaldırarak annesinin yüzüne baktı. Bu hastalığın dönüşü olmadığını ve bunu değiştiremeyeceğini biliyordu. Kafasında kutunun ne anlama geldiğini, kutunun sahibi derken annesinin neyi, kimi kastettiğini sorguluyor olsa da “Böyle söyleme, daha seninle yaşayacağımız çok güzel günlerimiz ve anılarımız olacak; kutunun sahibini de birlikte bulacağız,” diyerek annesine tebessüm etti.

Anita kızının dudaklarına dokundu ve “Dinle… İkimizde biliyoruz, zamanım azaldı. Öyle yorgunum ki… O yüzden şimdi sana anlatacaklarımı sözlerimi kesmeden dinle,” dedi. 

Annesi sözlerine nasıl başlayacağını düşünür gibi bir müddet sustu. Anlatacaklarından sonra kızının bu gerçeklerle bir başına kalacağını biliyor ve bunun acısını içinde hissediyorgibiydi. Derin bir nefes alarak sözlerine, “Bilmen gereken ama benim bir türlü cesaret edip sana söyleyemediğim gerçekler var,” diyerek başladı. “Bunlar senin de gerçeklerin ve sana bunları anlatmakta bu kadar geç kaldığım için özür dilerim,” diyerek devam etti. 

“Sevgili kızım, biliyorsun 1980 yılında bir arkeolojik araştırma için saha çalışması yapmaya Türkiye’ye gitmiştim. İşte hayatımın, boynumdaki beş taşa, sonrasında bu kutunun içine sakladığım anlarımı orada yaşadım.” 

Anita derin bir nefes aldı. “Sana o günlere dair çok şey anlattım, ama Türkiye’de geçen son iki ayımdan hiç bahsetmedim, bahsedemedim. Türkiye’deki son iki ayımı Ege Bölgesi’ni dolaşmaya ayırmıştım. Hep duyduğum Ege sahil kasabalarını dolaşma kararı ile çıktığım yolculuğumun ilk durağı olan Foça, hayatımın en güzel, en acı anılarını yaşamak için beni içine çekmişti. Gezi haritamda işaretlediğim tüm rotalardan vazgeçmeme sebep olan bu güzel sahil kasabası, hayatımı temelinden etkiledi.” 

Anita devam etti. “Foça’da iki gün kalmayı planlamıştım. İlk gün yine dayanamayıp arkeolojik eserlerin sergilendiği yerleri dolaşarak geçirdim. İkinci gün Foça’yı dolaşmak için erkenden kalktım. Aylardan Temmuz’du. Kahvaltıdan sonra denize girip serinlemek için bu şirin kasabanın nostalji kokan sokaklarından ilerleyerek sahile indim. Sabahın o saatinde oldukça sakindi; gençlerden oluşan birkaç ufak grup sahilin tadını çıkarıyordu. Sahil kum ve çakıl taşları ile kaplıydı. Deniz kenarının bu kadar boş olması ve yabancı olmanın verdiği tedirginlikle, gruplardan birine yakın bir yere, kumlara oturdum. Eşyalarımı bıraktım ve kendimi denizin sakin suyuna bıraktım. O an, tarifi imkânsız gelen ve ancak daha sonra anlamlandırabildiğim garip bir his kapladı içimi…” Anita bir an susarak boynundaki beş taş kolyeye dokundu. “Bu hissin nedeni sahile geldiğim andan itibaren, yakınına oturduğum gruptaki bir gencin bakışlarıyla beni takip ediyor olmasıydı,” diyerek tebessüm etti.

“Havluya uzanmış güneşlenirken, yan gruptan gelen tam anlamadığım sesler ve gülüşmeler, arada bir o tarafa bakmama neden oluyordu. Başımı çevirip o tarafa baktığım anlardan birinde yine o genç ile göz göze geldim. Bana eliyle gel işareti yapmaya başladı. Beni çağırmıyordur diyerek önce arkama baktım, kimse yoktu. Çağırdığı bendim. Türkiye’de geçirdiğim zaman boyunca biraz Türkçe öğrenmiştim; ama çok yetersizdi. Bu yüzden bir an gitmekte tereddüt etsem de o samimi davet karşısında dayanamayıp kalktım ve grubun yanına gittim. Yaklaşınca ilk fark ettiğim o gencin gözleriydi. Sanki deniz gözlerinden taşıyordu. İçlerinde İngilizce bilen vardır diye düşünerek önce ‘Hello’ dedim. İlk o cevap verdi, ‘Hello, merhaba.’ Ondan cesaret alarak heyecanla ne kadar söyleyebildiysem tekrar ‘merhaba,’ dedim. Gruptaki diğer gençler havlunun üzerinde beş tane taş ile daha önce görmediğim bir tür oyun oynuyorlardı. Başlarını kaldırıp ‘Hello, merhaba,’ dediler ve oyuna devam ettiler.”

“Ben söze nasıl devam edeceğimi düşünürken, deniz gözlü genç İngilizce ‘Ben Akın,’ diyerek kendini tanıttı. O an içim rahatladı ve yarım yamalak Türkçem ile ‘Ben Anita,’ diyerek cevap verdim. Gülümsedi.” 

“Nedense Akın diğerlerinden farklı gelmişti bana. Sanki kendi orada olsa da düşünceleri başka bir yerde gibiydi. Sanırım benim tedirginliğimi anladığından oturmam için işaret etti ve kendini tanıtmaya başladı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuduğunu, Foça’ya birkaç günlüğüne geldiğini, grup ile burada tanıştığını kısaca özet geçerek ‘Sen niye buradasın?’ diye sordu. Ben de üç aydır Türkiye’de arkeolojik çalışmalar yaptığımı, son iki ayımı Ege Bölgesi’ni gezmeye ayırdığımı ve yarın Foça’dan ayrılarak gezmeye devam edeceğimi söyledim.” 

“Gözüm bir yandan da grubun oynadığı oyuna takılmıştı. Başımı çevirdiğimde Akın ile göz göze geldim. Gözlerinin mavisinde azgın okyanusların huzursuzluğunu gördüm. ‘Ben kaçıyorum sen geziyorsun,’ diyerek gülümsedi. Ben kaçıyorum kelimesiyle ne demek istediğini kafamda çözmeye çalışırken o ayağa kalktı ve ‘Hadi gel bakalım,’ diyerek elini uzattı. Öyle samimi, öyle güven veren bir tavrı ve bakışları vardı ki… Tereddüt etmeden, bir girdabın içine girercesine elini tuttum. Elinin sıcaklığı hiç yabancı gelmedi. Sanki bu sıcaklığı yılladır tanıyor gibiydim. El ele deniz kenarına gittik. Eğildi ve sahilden beş tane taş seçti. Tekrar elimden tuttu ve yürüyerek gruptan biraz daha uzaklaşıp sahilde bir yere oturduk. ‘Gel bakalım, bu mücadelemin arasında sana beş taş öğretmek de varmış,’ dedi. Ben yine ne demek istediğini tam anlamasam da çok üstünde durmadım. Akın, bir sigara yakarak taşları havlunun üzerine attı.”

Anita tüm olan biteni yeniden hatırlarken yorulmuştu. Bir süre soluklanıp Amy’den bir bardak su istedi. Amy, annesinin yorulduğunu ve anlatırken zorlandığını fark ederek suyu annesinin başını tutarak içirdi ve “Biraz dinlenmen gerek anne,” dedi. Anita hayır der gibi baktı ve Amy’ye tekrar yanına oturmasını işaret etti.

“Şimdi sen beş tane taş ile nasıl bir oyun oynandığını hayal edemiyorsundur…” Titreyen bir ses ile “Keşke bu oyunu seninle de oynayacak, sana da öğretecek kadar cesaretli olabilseydim,” dedi. “Akın bana beş taş oynamayı öğretirken çocuklar gibi neşeliydik. O gün denize girip sohbet ederek zamanı gün batımına nasıl taşıdığımızı bilmiyorum. Oysa sabah erkenden denize girip, günün kalanını Foça’yı gezerek geçirmeyi planlamıştım.  O günün, o sahilin, o beş taş oyununun benim hayatımı bu kadar etkileyeceğini bilemezdim…” diyerek derin bir nefes daha aldı.   

“Güneşin batışını seyrederken ikimizde suskunduk. Akşamın yaklaşmasıyla farklı yollara gideceğimiz düşüncesi yüreğimi sıkıştırmaya başlamıştı. Oysa daha tanışalı çok az olmuştu. Ben kafamda bu sorularla yavaş yavaş eşyalarımı toplarken, Akın ‘Nerede kalıyorsun, seni akşam alayım hem Foça’nın gecesini birlikte geçirelim hem de kim bilir belki devrimi seninle yaparız,’ dedi. O an yüreğimde kuşlar kanatlanmıştı. Bu teklifin içindeki devrim kelimesi yine anlam veremediğim bir şaka, bir deyim gibi gelmişti bana. Önemli olan Akın’ı yeniden görecek olmamdı. Ertesi gün Foça’dan ayrılacağımı unutmuştum bile.” 

“Kaldığım otele dönünce hemen hazırlanmaya başladım. O güne kadar dışarıya çıkmak için bu kadar özen gösterdiğimi ve heyecanlandığımı hatırlamıyorum; tam bir saat ne giyeceğim diye her kıyafetimi denemiştim. Aynada kendime bakarken tüm kıyafetlerim etrafa saçılmıştı…” diye gülümsedi Anita. Amy’den kutunun kilidini açmasını istedi. Amy kutunun kilidini açarak annesine uzattı; annesi içinden bir fotoğraf çıkardı ve tekrar kutuyu kilitlemesini istedi.

Amy annesinin Türkiye’de kaldığı zamanlara ait birçok fotoğraf görmüştü; ama kolye ve kutu gibi bu fotoğrafı da ilk defa görüyordu. Ay ışığının denize yansıdığı karede, annesi beyaz bir elbise içinde, uzun, dalgalı sarı saçları o güzel omuzlarına düşmüş peri gibiydi.  

Amy dayanamadı; annesinin yüzüne bakarak, “Hani yıllardır benden hiçbir şey esirgemezken asla giymeme izin vermediğin, benim ise sormaya cesaret edemediğim beyaz elbise…” dedi.  Anita hüzünlü gözlerle kızının yüzüne bakarak, “Evet canım kızım o elbise,” diye cevap verdi. Annesinin yorgun sesi karşısında Amy tekrar sustu ve sessizce bekledi. 

Fotoğrafta annesinin yanındaki genç, kot ve siyah tişört giymişti. Bu Akın diye düşündü hemen Amy. Gencin gözleri sanki deniz ile bütünleşmişti. Fotoğrafa hayranlıkla baktı. Annesinin yılladır sakladığı bu fotoğraftaki gencin, bir anıdan, bir yaz arkadaşlığından öte olduğunu anladı ve bu kim der gibi annesine baktı.  Annesinin yüzü sararmış, zor nefes almaya başlamıştı. Ne kadar merak etse de annesine, “Bu günlük bu kadar yeter yarın devam edelim,” dedi. Zaten Anita da çok yorulmuştu; buna itiraz edecek durumda değildi. 

Annesini yatırdıktan sonra Amy hemen doktoru aradı. Bir kez daha beklediği ama duymak istemediği cevabı aldı. Doktor, bir hafta önce annesi fenalaştığında acilen hastaneye gittiklerinde söylediği gibi annesinin son günlerini, hatta son gününü yaşıyor olabileceğini; daha da kötüleşirse hemen hastaneye gelmeleri gerektiğini söyledi. Ne kadar acı ne kadar çaresiz bir bekleyişti bu! Amy o akşam uyuyamadı; defalarca annesini kontrol etti. Annesi uyku ilacının etkisi ile biraz sakinleşmişti; ama artık ağrı kesicilerin de tam etki etmediği ağrıları ile huzursuz bir uyku içindeydi. Bir türlü uyuyamayan Amy, gecenin ilerleyen saatlerinde dayanamayarak annesinin verdiği kutuyu açtı. Kutunun içinde annesinin adına gönderilmiş, bir kurdele ile bağlanmış olsalar da belli ki defalarca açılarak okunmuş üç mektup, Akın Aslan adına yazılmış ama geri gelmiş mektuplar ve annesinin Akın ile birlikte olduğu birkaç tane daha fotoğraf vardı. Bir an eli mektuplara gitti. İçinden okumak, bu hikâyeyi bir an önce öğrenmek isteği geçse de annesine söz vermişti. Kutuyu kapattı ve karmaşık duygular içinde sabaha kadar geceyi seyretti.

Dışarıda yazın habercisi bir güneş parlıyor ve günü aydınlatıyordu; ama evin içinde sonbahar hüznü vardı. Hemen kahvaltıyı hazırlayarak annesinin odasına götürdü. Annesi çok solgundu. Sadece bir bardak süt içebildi ve Amy’ye yine yanına oturmasını söyledi. Yavaş, kısık bir sesle, anlatmaya başladığı hikâyeye kaldığı yerden devam etti.

“İlk gece… İlk buluştuğumuz, beni Akına bağlayan sonsuz aşkımın, bir o kadar da çaresizlik yaşayacağım günlerimin başladığı o gece. Sabah gün ışıyana kadar sohbet edip birbirimize kenetlendiğimiz o gece. İki gün için geldiğim Foça’da iki ay kalmama neden olan o gece…” 

Anita anlatırken sanki o günlerin mutluluğunu yaşıyor gibiydi. 

“Tanıştıktan iki hafta sonra, artık birbirimizi derinden hissetmeye başlamıştık. Bu hissin içinde aşk büyük yer tutsa da sevgi, dostluk, arkadaşlık ve güven de vardı.  Bir gece yine deniz kenarında sakin bir meyhanede oturmuş Akın’ın karanlığın içinde parlayan mavi gözlerine bakarken, bana gerçek adının Cumhur Aslan olduğunu, İstanbul’da son dönemlerde artan öğrenci olayları nedeniyle arandığını söyledi. Bana ilk defa gerçek kimliğini ve yaşadığı olayları detaylı olarak uzun uzun anlattı. O güne kadar Cumhur’a söylemesem de düşüncelerimden uzak tutamadığım o sorunun cevabını, yani neden hep sakin, kalabalıktan uzak yerlerde zaman geçirmek istediğini o an anladım.”   

Anita derin bir nefes aldı. Konuşmakta zorlanıyordu. İçinden anlatacaklarını tamamlayabilmek için biraz daha zaman diye Tanrı’ya yalvarıyordu…  

“Canım kızım sana Cumhur ile geçirdiğim iki ayın her detayını anlatmak isterdim. Ama zamanım yetmeyecek. Bugüne kadar beklediğim için beni affet…” diyerek güçlükle sözlerine devam etti. 

“Artık birbirimize sonsuz bir bağ ile bağlanmıştık. Uzun uzun sohbet ederdik. Bana büyük heyecanla devrim mücadelesini, gözlerine yerleşen derin üzüntü ile arkadaşlarının başına gelenleri anlatırdı. Ama gelecek güzel günlerden bahsedince gözleri birden yine parlardı;  yaşamak istediğimiz deniz kenarındaki şirin kasabalardan, ne iş yapacağımızdan, hatta çocuklarımızdan, onlara ne isim vereceğimizden, eğitimlerinden konuşurduk. Cumhur’u o kadar sevmiştim ki, yaşadığı sıkıntıları ve bizi zor bir sürecin beklediğini bilmeme rağmen Türkiye’ye yerleşmek düşüncesinde bir an bile tereddüt etmemiştim. Okulumu bitirince Türkiye’ye dönmem için planlar yapıyorduk.” 

“Cumhur arada bazı arkadaşları ile görüşüyordu. Biliyordum, İstanbul’da yaşanan olaylar ve gelişmeler hakkında onlardan bilgi alıyordu. Bende bunu bildiğimden hiçbir zaman ‘Nereye gidiyorsun? birlikte gidelim,” demiyordum. Buna rağmen birkaç defa arkadaşlarıyla görüşmeye giderken beni de yanında götürdü. Konuşmalarındaki heyecanı, tedirginliği hissetsem de Türkçem çok iyi olmadığından neler konuştuklarını net olarak anlayamıyordum.”  

“Ağustos ayının sonuna doğru bir sabah daha güneş yeni ağarmaya başlarken, o güne kadar görmediğim bir arkadaşının gelmesi, tedirgin ve telaşlı konuşmaları, tüm hayallerimizin üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Cumhur’un deniz mavisi gözlerinde bulutlar dolaşmaya başladı. Artık onu tanıdığımdan, hayatını bildiğimden anlamıştım; bir şey olmuştu ve bana nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Cumhur’a sarıldım ve ‘Ben seni, senin yüreğini, senin mücadeleni kabul ederek sevdim; her zaman yanındayım,’ dedim. Sarılarak kulağıma fısıldadı, ‘Gitmeliyim.’ Gözlerine baktım ve sadece ‘Ne zaman?’ dedim. Ne zaman? Cumhur o an ellerimi tutup, ‘Yerimi bulmuşlar. Hemen gitmeliyim, sen de hemen Türkiye’den ayrılmalısın. Beni bulduklarına göre seni de biliyorlardır. Benden haber gelene kadar beklemelisin. Bu ayrılığımız daha aydınlık, daha güzel günler için; sen benim sol yanımsın,’ demişti bana…” 

“Kalbim sıkışmış, gözlerim dolmuştu. Nasıl giderdim, nasıl ayrılırdım Cumhur’dan? Daha ne çok hayallerimiz, planlarımız vardı… Ama söyleyemedim.” 

“Sanki ikimiz de aynı anda aynı yere gidiyormuşuz gibi konuşmadan, konuşamadan bavullarımızı hazırladık. Cumhur, bana bir müddet sadece bu adres üzerinden haberleşebileceğimizi söyleyerek bir posta adresi verdi. Adresi kimse ile paylaşmamamı da ısrarla tembih etti. İki aya yakın paylaştığımız odadan çıkmadan önce boynuma ve kendi boynuna deri bir kordona dizilmiş beş taştan oluşan kolyeleri takarak, ‘Benden asla vazgeçme. Tekrar görüşene kadar, umutlarımız için bu kolyeyi de boynundan çıkarma; ben de çıkarmayacağım,’ dedi. Son defa sımsıkı sarıldık ve odadan çıktık.”

Annesi artık iyice tükenmek üzereydi. Hem ağlıyor hem de öyle acele ve hızlı anlatıyordu ki, Amy araya girip kafasındaki soruları soramıyordu. Annesi devam etti. “Cumhur bilmediğim bir yere, ben de Leiden’a dönmek üzere İzmir Havaalanı’na yola çıktık. Olaylar sadece birkaç saat içinde öylesine hızlı gelişmişti ki, ‘Seninle geleyim, ne olursa olsun yanında kalayım,’ diyemedim,’’ diyerek Amy’nin elini daha da sıkı tuttu. Annesinin bu acısı Amy’nin gözlerinin dolmasına sebep oldu.

Anita, “Daha uçaktayken Cumhur’a mektup yazmaya başladım,” diye devam etti. “Hepsi Akın Aslan ismine gönderilen mektuplardı. Sonrasında da aylarca her hafta bir mektup yazdım. Onu düşünmediğim tek bir anım geçmedi. Sadece yazdığım ilk üç mektuba cevap geldi. İlk iki mektubunda bana olan sevgisinden, tekrar görüşeceğimiz günlerden bahsetmiş; ama kendi durumuna hiç değinmemişti. Oysa biliyordum; Türkiye’de yaşanan olayların tam ortasındaydı. Bu konulardan bahsetmemesi onu daha çok merak etmeme sebep oluyordu. Zaman zaman Türkiye’ye gidip, ‘Ben geldim, yanındayım,’ demek istiyordum. Ama yazamadım, yapamadım… Hayır demesinden, Cumhur’u hayır demek zorunda bırakmaktan korkuyordum. Ben bu duyguların çelişkisini yaşarken, ona bir daha asla ulaşamayacağımı hissettiğim son mektubu geldi.  Adresini değiştirmek zorunda olduğunu ve bir müddet iletişim kuramayacağımızı haber verdiği, onu beklemekten asla vazgeçmememi istediği, çok yakın zamanda tekrar tenimin kokusunu duyacağını söylediği, kısa ve acele yazılmış bir mektup… Ben ne olursa olsun ne yazarsa yazsın vazgeçmedim. Cumhur’a bir şekilde ulaşmak zorundaydım. İçimde ondan bir parçayı taşıdığımı bilmesi gerekiyordu. Onlarca mektup yazdım. Hepsi geri geldi,” derken, Anita geçmiş anıların ağırlığı ve hüznüyle elindeki fotoğrafa bakıyordu.

Annesinin, “İçimde ondan bir parçayı taşıdığımı bilmesi gerekiyordu,” demesi Amy’yi hazırlıksız yakalamış, zihninde bir şok etkisi yaratmıştı. Annesi ne demek istemişti? Yoksa…? Annesiyle babası hakkında çok konuşmazlardı. Annesi, Amy’ye küçükken babasının uzakta çalıştığını söylerdi. Ama Amy biraz daha büyüyüp, herkesin babasının yanında olduğunu algılamaya başlayınca, “Babam nerede? Neden hiç yanımıza gelmiyor? Bizim akrabalarımız yok mu?” gibi soruları sıkça sormaya başlamıştı. Annesi o zaman, babasının ailesi ile sorunlar yaşadıktan sonra Avrupa’ya taşınan bir Amerikalı olduğunu ve tanışmalarından sadece bir buçuk yıl sonra, Amy daha iki aylıkken, bir trafik kazasında öldüğünü söylemişti. Birkaç sıradan fotoğraf dışında aile resimlerinin olmaması da bu yüzdendi. Amy de annesinin yaşadıklarının çok zor olduğunu, kendisini bir başına büyütmek zorunda kaldığını ve babası hakkında konuşmanın onu çok üzdüğünü sezdiğinden, zaman içinde bu durumu kabullenmiş ve soru sormayı bırakmıştı. James… Babasının Amy’nin bildiği ismi buydu. Acaba James…? 

Amy tam bu soruları dile getirecekken, annesi sanki anlamış gibi Amy’ye soru sorma fırsatı vermeden konuşmaya devam etti.

“Leiden’a döndüğümden beri Türkiye’deki olayları takip ediyordum. Haberlerde devamlı politik eylemlerden, polis öğrenci çatışmalarından, ev baskınlarından, hükümetin aldığı önlemlerden bahsediliyordu. 12 Eylül 1980… O kara gün, o umutlarımın tükendiği gün, o çaresizce beklemek zorunda kaldığım yılların başladığı gün. O gün Türkiye’de bir askeri darbe oldu.  Hemen Türkiye’deki birkaç arkadaşımı aradım. Durum çok kötüydü. Cumhur’un ismini vererek durumu ile ilgili bilgi almalarını istedim. Ama o dönem bilgiye ulaşmak imkansızdı. Aylarca Cumhur’dan haber alamadım. Ne mektup geldi ne de mektuplarıma cevap. Yazdığım mektuplar ise birer birer geri geliyordu. Ama hep bekledim. Mutlaka bana haber verir, beni arar diye kendimi avutmaya çalışıyordum. Türkiye’deki ortam nedeniyle, içimdeki yeni can ile onu aramaya gitmem de mümkün değildi. Hem Cumhur ayrılmadan önce, ‘Beni bulduklarına göre seni de biliyorlardır,’ diyerek defalarca ondan haber alana kadar beklememi söylemişti. Ben ısrarla Cumhur’a yazmaya devam ettim; yazdığım mektuplar da ısrarla geri gelmeye… ”

“Bu arada Türkiye’de olaylar biraz sakinlemişti; ama Cumhur’dan hâlâ haber yoktu. Biliyordum; eğer başına bir şey gelmemiş olsaydı, kesin bir yol bulur, bana ulaşırdı. Bu çaresiz yalnızlık beni büyük bir umutsuzluğa sürükledi. Artık bir başımayım diye düşünüyordum. İçimde büyüyen can için hayata tutunup yeni bir başlangıç yapmak zorundaydım. Bu düşünceler ile Cumhur’dan bana kalan tek güzel varlığı, içimde taşıdığım canı, hayallerimizdeki gibi deniz kokan bir yerde büyütmek için, belki de kendi çaresizliğimden kaçmak için Leiden’dan Volendam’a taşınma kararı aldım.” 

Anita artık yatağa uzanmış, zor nefes alıyordu. Amy, annesini dinlemek ve anlamış olmasına rağmen yine de emin olmak için, “O can ben miyim?” diye sormak ile doktoru aramak arasında bocalarken, annesinden duyduğu son kelimeler, “Canım kızım affet beni, Cumhur Aslan senin baban,” oldu ve zaman sanki bir anda dondu. Annesi ölmüş olamazdı. Defalarca “Anne, anne…” diyerek bir tepki almaya çalışsa da Anita artık susmuştu. Amy hıçkırıklar içinde ağlarken, annesinin yüzü henüz kurumayan gözyaşlarının yansıttığı ışıkla huzur içinde parlıyordu. 

Amy’nin hayatına dair bildiğini sandığı tüm gerçekler yirmi dört saatten az bir zaman dilimi içinde değişmişti. Cenaze sonrasında günler boyunca bir yandan etrafını saran hatıralarla baş etmeye çalışırken, bir yandan da annesinin anlattıklarını tekrar tekrar düşündü Amy. Türkiye’ye gitmeliydi; ama nereden başlayacaktı? Elinde Foça’da geçen bir hikâye, birkaç fotoğraf, bir isim, bir kolyeden başka hiçbir şey yoktu. 

Amy yola çıkmadan önce internet üzerinden biraz araştırma yapmaya karar verdi; ama Türkçe bilmiyordu ki! Aklına, Volendam’a taşındığında ev bulana kadar birkaç hafta onlarda kalan eski iş arkadaşı Mine geldi. Annesinin rahatsızlığında sık görüşemeseler de Mine annesinin cenaze törenine gelmişti. Bu aralar her gün Amy’yi arayıp yokluyor, destek olmaya çalışıyordu. Mine’yi arayıp konuşmak istediğini, konunun önemli olduğunu söylediğinde, Mine hemen geleceğini söyleyerek telefonu kapattı. Bir saat sonra Amy’nin yanındaydı. Amy günlerdir kafasında dönen her şeyi, annesinin tüm anlattıklarını Mine’ye detaylarıyla anlattı. Birlikte bilgisayarın başına oturdular.

Önce annesinin mektup yazdığı adresi araştırdılar. Sonra Mine adres üzerinden ulaştıkları telefon numarasını aradı. Telefon mekanik bir karşılama ile açıldı. Mine bekledi ve hatta bir kadın sesi duyunca önce Akın Aslan, sonra da Cumhur Aslan ile görüşmek istediğini söyledi. Karşı taraf iki isim için de “Burada öyle biri yok,” cevabını verdi. Mine eski bir arkadaşa ulaşmak istediğini belirterek ısrarla aradığı yerin neresi olduğunu sorduğunda, numaranın bir emlak ajansına ait olduğunu, bulundukları binanın ise 10 yıl önce yenilendiğini öğrendi. Amy elindeki en önemli ipucunun da işe yaramayacağını öğrenmiş olmanın verdiği kederle, Mine’ye şimdi ne yapacağız dercesine baktı. Araştırmalarına Akın Aslan ve Cumhur Aslan isimlerini aratarak devam etmeye karar verdiler. İnternette karşılarına bu isimlere sahip birçok kişi çıktı; saatlerce farklı sosyal medya hesaplarını incelediler. Hiçbirinde 1980’li yılların öğrenci olaylarına, 12 Eylül darbesine ya da annesinin Cumhur ile ilgili anlattığı anılara dokunan bir iz, bir bağlantı bulamadılar. 

Başka ne yapabiliriz diye düşünürken, Amy’nin aklına annesinin son nefesini verirken boynunda olan beş taş kolye geldi. Mine’den arama motoruna bunu yazmasını istedi. Karşılarına beş taş oyunu, Beş Taş İnşaat ve bir dolu takı sayfası çıktı. Buradan da ipucu olacak bir bilgiye ulaşamamışlardı. Mine’nin aklına İstanbul’da tanıdığı bir avukat arkadaşı geldi. Ona yazmayı düşündüler ama ellerinde isimden başka bir bilgi bulunmuyordu. Ayrıca Amy’nin o kadar bekleyecek sabrı da yoktu. Sonunda Amy’nin Türkiye’ye gitmesinin en doğrusu olacağına karar verdiler. Mine avukat arkadaşı ile iletişime geçerek Amy’ye yardımcı olmasını isteyecekti.

Amy hemen ertesi gün, bir hafta sonrası için İstanbul’a bilet aldı. Yolculuk hazırlıkları yapmaya başladı. Mine avukat arkadaşı ile görüşmüştü. Arkadaşı, İstanbul’a vardığında Amy’ye yardımcı olacaktı. Türkçe bilmeden neyi, nasıl yapacağını düşünürken, Amy birden internette tüm aramaları Türkçe yaptıklarını fark etti; oysa kendisinin ve annesinin ana dili Felemenkçeydi. Hemen Mine’yi aradı ve gelmesini istedi. Mine geldiğinde saat gece yarısına yaklaşmıştı. Birlikte arama motoruna beş taşın Felemenkçe karşılığı olan “VijfStenen Türkiye”  yazdılar. Ekrana çıkan listeye göz gezdiren Mine, sonunda “Bir şey buldum!” dedi heyecanla. VijfStenen Cafe Seferihisar. Kafenin tanıtımında “1980’li yılların anısına” yazıyordu.

Amy de heyecanlanmıştı. Kalbi duracak gibi oldu. Kafenin web sayfasına girdiler. Amy kafenin ana sayfasındaki resimlerine bakıyor, Mine de mekân hakkında yazılanları okuyordu. Seferihisar’da eski tarzda düzenlenmiş, nostalji kokan, duvarlarında eski resimlerin asılı olduğu, kitap okuma bölümü de olan bir kafeydi bu. Daha detaylı görmek için resim galerisine girerek tek tek resimleri incelemeye başladılar. Resimlerden biri, bir pikap, birçok plak ve duvardaki raflarda yüzlerce kitabın olduğu oturma bölümünü tanıtıyordu. Ekrandaki bu resim karesinde annesindeki kolyenin aynısını duvarda asılı bir çerçeve içinde gören Amy’nin kalp atışları bir anda hızlandı. Mine’ye “Dur,” dedi. Çerçeve içindeki kolyeyi ve annesinin vefatından bu yana boynundan çıkarmadığı beş taş kolyeyi göstererek, heyecanla, “Bir şey bulduk sanırım,” diye bağırdı. İkisi de derin birer nefes aldılar. Kafenin web sayfasını baştan sona incelediler; mekânın sahibine dair bir bilgi ya da Cumhur Aslan’a dair bir ipucu bulamadılar. Kafe Cumhur’a mı aitti? Cumhur hâlâhayatta mıydı? Emin olamadılar. Bu Amy’yi kaygılandırsa da kolyenin aynısının o duvarda olması elle tutulur, peşine düşebileceği bir ipucuydu. Annesinin ölümden sonra ilk defa içinde bir huzur hissetti. 

Artık gideceği yeri biliyordu. Annesinin beyaz elbisesini ve kutuyu bavuluna itina ile yerleştirdi. Eğer adres doğru ise, bu büyük aşk hikayesini tamamlamak inancıyla ve eğer yaşıyorsa 29 yıl sonra öğrendiği babasını bulmak ve ona yıllarca annesine yaşattığı acının hesabını sormak amacıyla, ne ile karşılaşacağını bilmeksizin Seferihisar’a gitmek için yola çıktı. 

Karışık duygularla geçen bir uzun yolculuktan sonra, annesinin beyaz elbisesini giymiş, boynunda beş taş kolyesi ve elinde annesinin verdiği anılar kutusu ile VijfStenen & Beş Taş Cafe’nin önündeydi. Kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Şimdi içeriye girip ne diyecekti? Söze nasıl başlayacaktı? Annesinin büyük aşkı, Cumhur’u, babası içeride miydi? Burası o büyük aşkın durağı olan mekân mıydı? Yoksa durum tesadüf bir isim benzerliğinden mi ibaretti? Çaresizlik içindeki aklı kendisine oyun oynuyor, onu inanmak istediklerine mi inandırıyordu? Kendi kendine hayır diye düşündü; o kolye bir tesadüf olamazdı. Mekânın mutlaka bu aşk hikâyesiyle bir bağlantısı olmalıydı.

Tüm cesaretini topladı ve içeriye girdi. İçerisi sakindi; sadece birkaç kişi vardı. Bir genç masada kulaklık takmış bilgisayarda çalışıyor, üç kişilik bir grup minderlerde oturmuş sohbet ediyordu. Gözleri ile etrafı dolaşmaya başladı. Çerçeve içindeki kolyeyi arıyordu. Önce pikabı, plakları, sonra kitapların olduğu rafları gördü. Cesaretini toplayarak duvara baktı; içinde kolye olan çerçeve oradaydı. Eli istemsizce kendi boynundaki kolyeye gitti. Ne ile karşılaşacağını bilmese de beynini kemiren soruların cevabına çok yaklaştığını hissediyordu.  

Tam yanına gelen genç “Buyurun, size nasıl yardımcı olabilirim?” dediğinde, kitaplığın önünde arkası dönük oturmuş, kır saçlı kitap okuyan birini fark etti.  Kalbi daha da hızlı çarpmaya başladı. Ama sakin kalması gerekiyordu; o kişi herhangi bir müşteri de olabilirdi. Kendisine cevap almak ister gözlerle bakan gence İngilizce olarak, “Beyefendiyi rahatsız etmeyeceksem kitaplığın oraya geçebilir miyim?” diye sordu. Genç “Tabii ki,” diyerek eliyle buyurun işareti yaptığında Amy’nin ayakları sanki yere çakılmış gibiydi. Bir an çıkıp kaçmak istedi; ama yerinden kımıldayamıyordu. Genç, sabırla Amy’yi bekliyordu. Amy, onun tekrar “Buyurun lütfen,” diyen sesi ile kendine geldi ve yavaş adımlarla kitaplığa doğru ilerlemeye başladı. Sanki saatler, günler sürdü bu ilerleyiş. Adama yaklaştı. Karşısındaki koltuğa oturmadan önce fark ettirmemeye çalışarak onu dikkatlice süzdü. Kitap okuyordu. Oldukça uzun boylu, yapılı, esmer tenli, sakallı biriydi. Yüzündeki çizgiler yaşına göre çok derindi. Sanki bu çizgiler biriktirilmiş acı ve çaresizliklerin birer dışavurumuydu. Adam, birinin geldiğini anlayınca başını yavaşça kaldırdı. Bakışları Amy’nin ayaklarından yukarıya doğru, sanki tanıdığı bir şeyi arar, görmeyi bekler gibi yavaş yavaş yükseldi; elbisenin her detayını inceler gibiydi. Bakışları Amy’nin gözleriyle kesişmeden önce boynundaki kolyede takılı kaldı. Elindeki kitap önce dizlerine, sonra da yere düştü. Amy, adamın insanı delip geçen deniz mavisi gözlerini görünce içinden Cumhur Aslan, dedi. Adam gözlerini kolyeden yavaş yavaş Amy’nin yüzüne kaldırdı, uzun uzun baktı ve dudaklarından o kelime döküldü. “Anita…”

Sanki zaman durmuştu. İkisi de birbirlerinden gözlerini alamıyorlardı. Amy, sonsuzluk gibi gelen o yoğun sessizliği bölerek, “Cumhur Aslan,” dedi. “Sen Cumhur Aslan mısın?” Adam yine sadece “Anita,” diyebildi. Bir duvardaki kolyeye bir Amy’nin boynundaki kolyeye bakıyordu. O an nasıl söylediğine hâlâ inanamadığı kelimeler Amy’nin dudaklarından döküldü. “Ben Anita’nın kızıyım,” dedi. Tam ismini söyleyecekken Cumhur, “Amy,” dedi. Amy şaşırmıştı. İsmini nereden biliyordu? Sonra aklına annesinin, “gelecek ile ilgili planlarımızdan, çocuklarımızın isimlerinden konuşuyorduk” sözleri geldi. 

Cumhur’un ismini söylemesiyle hem şaşkın bir mutluluk yaşamış hem de bozulmuştu. Cumhur ayağa bile kalkmamıştı. Beklemediği bir karşılama yaşayan Amy, bir an önce oradan çıkmak için, “Anneme ve bana niye bunu yaptın? Bunlar sana ait,” diyerek elindeki kutuyu panik içinde Cumhur’un dizlerine bıraktı. Gözyaşları içinde hızla arkasına dönüp uzaklaştı. Tam kapıdan çıkarken Cumhur’un telaş içinde, “Amy, bekle!” diye seslendiğini duydu. “Görmeni istediğim bir şey var.” Amy durdu. Arkasını döndü. Cumhur kafede çalışan genç çocuğa bir şeyler söylüyor, eliyle kendisini kafenin arka tarafına götürmesini işaret ediyordu. Amy o an bir şok daha yaşadı. Cumhur tekerlekli sandalyede oturuyordu. Nasıl da fark etmemişti? Kendine kızdı. Cumhur kafenin arka tarafına doğru gözden kaybolmadan önce Amy’ye “Gitme, lütfen bekle,” dedi. Kısa bir süre sonra geri geldiğinde elinde bir paket vardı. Paketi Amy’ye uzatarak, “Bunu açıp bak ve sonra tekrar gel Amy, konuşalım,” dedi. Amy kutuyu alarak kaçarcasına kafeden çıktı ve uzaklaştı.

Otel odasına nasıl vardığını hatırlamıyordu. Paketi heyecanla açtı. İçinde bir sürü mektup vardı. Birkaçı okunmaktan eskimişti; ama aynı annesinin kutusu gibi bu paket de açılmamış mektuplarla doluydu. Bunlar, 1988 yılından itibaren annesine gönderilen ama geri dönen mektuplardı. İlk bir iki mektup Foça’dan, sonrakiler Seferihisar’dan postalanmıştı. Tüm zarfların üzerinde annesinin adı ve Leiden’daki adresi yazılıydı. Oysa annesi 1981 yılının başlarında, daha Amy doğmadan, Volendam’a taşınmıştı. Kutudaki son mektup 2009’un mayıs ayında geri gelmiş bir mektuptu. Cumhur’un da annesine yazmaktan hiç vazgeçmemiş olduğunu anladı.

Amy sabaha kadar tarih sırası ile mektupları okudu; okudukça ağladı. Annesinin bu mektupları hiç okuyamamış olması, Cumhur’un ondan hiç vazgeçmediğini bilmeden ölmesi Amy’nin canını o kadar acıtmıştı ki…

Sabaha karşı son mektubu da okuduğunda artık tüm gerçeği biliyordu. Cumhur, hayır babası, Türkiye’deki 1980 darbesinde tutuklanarak hapishaneye atılmıştı. 1988 yılında özgürlüğüne kavuştuğunda mahkumiyeti boyunca gördüğü işkenceler nedeniyle yürüyerek girdiği hapishaneden tekerlekli sandalyede çıkmıştı. Anita’ya ulaşmak için çok uğraşsa da başaramamış; sonra Seferihisar’a gelerek bu kafeyi açmış, Anita’sına mektup yazmaktan hiç vazgeçmemişti. Bu büyük aşk, annesi ve babası tarafından birbirlerinden uzakta, aynı çaresizlik, tutku ve acı içinde yaşanmıştı.

Amy artık biliyordu. Babası ne annesini ne de hiç bilmediği kızını terk etmemişti. Otelden çıkıp koşarcasına kafeye gitti. Kafenin kapısı üzerinde kapalı tabelası asılı olmasına rağmen hafif aralıktı. Amy yavaşça içeriye girdi. İçeride kimsecikler yoktu. Babası onu bulduğu yerde oturuyordu; gözleri duvardaki çerçevedeydi. Anita’nın kutusunun içindeki tüm mektuplar etrafa saçılmıştı. Belli ki babası da dün geceyi uykusuz, mektuplar ve anılar içinde kaybolarak geçirmişti. Artık her ikisi de gerçeği biliyordu. Sorulara gerek kalmamıştı. Amy ağlayarak “Baba,” diye seslendi; Cumhur’un yanına giderek dizlerine kapandı. Şimdi ikisi de ağlıyordu. 

Başını kaldırıp babasının gözlerine bakarak, annesinin yıllar önce söyleyemediği o cümleyi söyledi. “Ne olursa olsun yanında kalacağım.” Babası da “Ne olursa olsun seni bırakmayacağım,” dedi.

Ve büyük aşkın simgesi beş taş kolyeler tek bir çerçevede birleşti.

Siyahın İzi – Filiz Gündüz

Filiz Gündüz’ün Diğer Şiirleri

6 Yorum

  1. Anonim
    10 Ocak 2022
    Yanıtla

    Gecenin bu ileri saatinde tesadüfen raslayıp okuduğum bu güzel öykü için tebrikler sevgili Filiz hanım…

    Süleyman Akgüç

    • siyah
      10 Ocak 2022
      Yanıtla

      Süleyman bey teşekkür ederim. Sevgiler

  2. Metin Kesik
    10 Ocak 2022
    Yanıtla

    Bir solukta okunan, hüzünlü, insani geçmiş günlere götüren güzel bir öykü. Emeğinize sağlık

    • siyah
      10 Ocak 2022
      Yanıtla

      Teşekkür ederim. Sevgiler

  3. Süheyla
    12 Ocak 2022
    Yanıtla

    Tesadüfen rastladım ve bir solukta okudum.Beni ağlattın güzel kardeşim.Ellerine,yüreğine sağlık,.Yolun açık, okurun bol olsun

    • siyah
      21 Ocak 2022
      Yanıtla

      Teşekkür ederim.

      Sevgiler..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir